Yalnızlığı bizi dinleyecek ve hüzünlerimizi anlayacak kimseyi bulamayış sanırdım. Çevremizde birileri olurdu ancak hiçbiri bizim enkazımızı göremez, görenler de bu enkazı kaldırmak için bir çaba harcamazdı. Belki somut bir yalnızlığın içinde olurduk. Sahiden hiçbir tanıdık çehreyi bulamazdık öykümüzde. Yahut tüm çehrelerin arasında tanıdık bir çehreyi seçemezdik.
Bazen kendi kendimizden nefretimizin çerçevelediği ve çirkinleştirdiği bir dünyada yalnız hissederdik kendimizi. “Ben, benliğimin yanında olmazsam nasıl kurtulurum yalnızlıktan?” diye düşünür, yanımızda olmak isteyen kim varsa onlardan kopardık. Bir güz mevsiminde yaprakların yavaş yavaş sararıp dalından kopup gitmesi gibi. Güneşin vuruşuyla sakin sakin erimesi gibi karların. Bu kopuşlar öyle belirsiz olurdu ki fark etmezdik. Ne yazık ki gün sonunda kardan adamdan geriye birkaç zeytin, bir havuç, belki sıcak bir atkı...
Yanılmışım.
Yalnızlık bunların hiçbiri değilmiş. Belki hepsinden birazmış ama eksik:
Yalnızlık, kimsenin sizi hüznünü paylaşacak kadar yakın görmeyişiymiş. Kimsenin yalnızlığını sizinle paylaşmak istemeyişi... İşte yalnızlığın yalnızlığı. İşte en bedbaht yalnızlık! Bu yalnızlığı gidermek için sizin elinizden bir şey gelmez. Her şey bağımsızdır sizden. Tüm çehreler sırt dönmüştür size. Tüm sözcükleri sizi dışarda tutacak sözcüklerdir. Dilleri farklıdır. Sizin dilinizi yalnız sizden bir şeyleri almak isterlerse hatırlarlar. Vermenin, paylaşmanın olmadığı bir dili konuşur; sizin teselli şiirlerinizi yabancı bulurlar.
İşte dostlarınızın bile sizi dost olarak görmeyişi... İşte kimsenin sonsuz güvendiği kişi olamayışınız... Sonsuz güvendiklerinizin bile!
Benim yalnızlığım asıl şimdi yalnızlık oldu işte!
Yaşasın yalnızlık!